31 Aralık 2013 Salı

MUTLU YILLAR....

   

      TÜM DÜNYADA SAĞLIK, MUTLULUK, BOLLUK VE BEREKETİN OLDUĞU, KİMSENİN AÇ, ÜŞÜMÜŞ OLMADIĞI, HAKSIZLIKLARA UĞRAMADIĞI, ADİL VE EŞİT BİR YIL OLSUN...
      EN ÇOKTA ÇOCUKLAR MUTLU OLSUN....

21 Aralık 2013 Cumartesi

NOEL BABA, MISIR KABI VE KUŞLAR...



         Mısır kaplarıma önce stencil tekniği ile rakam boyamıştım ama ya acemilikten ya da kağıtla denediğimden hiç güzel olmadı, düzeltmeye çalıştıkça rakamlar büyüdü ve sevimsiz bir hal aldı.
         Geçen sene aldığım peçetelerle dekupaj yapmak geldi aklıma, siyah rakamları tekrar beyaza boyadım ve  noel baba ile de daha şirin oldular böylece.
         Tahta objeler arasından bu kafes uzun zamandır dikkatimi çekiyordu, bana göre çok zarif. Ona da mum eskitme ve peçete dekupaj uyguladım. Ancak bu uygulamada peçetenin kaliteli olması gerektiğini üç defa kuş keserek, kuyruk ve baş kopararak bizzat deneyimledim. Daha önce hiç başıma gelmemişti, bu desenleri malzeme satan yerden tane işi almıştım.
        Bu uygulamaların hepsini siz bloger arkadaşlardan okuyup, öğrenerek uyguluyorum.  Katkılarınıza müteşekkirim.
        Mutlu yarınlar....
       
       

19 Aralık 2013 Perşembe

KENDİNİ BİLİRİN BLOG YAZARLIĞI...


   

      Bu gün yazmayı fazla sevmeyen benim blog maceram ne zaman başlamıştı diye düşündüm. Buna değer verdiğim bir blogerın yazısı sebep oldu, aynı başlangıçta da olduğu gibi...
     Milliyet Blog okurluğumda, blog sahiplerinin isimsiz ve haddini aşan yorumlara karşı haklı olarak tepkili olduklarını gördüm. Ve blog üyesi olmayanların yorumlarını yayınlamama kararı alacaklarını belirtiyorlardı. Önce oldukça bozuldum zira bende üye değildim, üye olmadan yorum yapanlardandım.
     Üyeliği tercih etmemiştim çünkü devamlı yazmak bana pek uymuyordu, yazarken sıkılıyordum, dikkat eksikliği yaşıyordum. Ama yorum yazamayacağımı bilmekte beni blogdan uzaklaştıracaktı. Bu gerekçeyle kendimi motive ederek, 2007 yılının yedinci ayında blog dünyasına yazan olarak ilk adımı attım.
     Özgürleşmiştim, adımı kullanmasamda yazılarına yorum yaptığım arkadaşlar benim kim olduğumu biliyorlardı. Büyükada ve Yalova Termal'de yaptığımız, samimi ve keyifli  blog toplantılarında bazıları ile tanıştım. Yazılarımızda, yorumlarımızda  bazen duygularda birleştik, bazen de bilgi anlamında birbirimize katkı sağladık. Bazıları ufkumun açılmasında önderlik etti, hala da yazılarını mümkün oldukça kaçırmamaya çalıştığım arkadaşlarım var.
     Günlük hayatın o kısır döngünde yogunlaşan koşturma ile, ailede yaşanan sağlık sorunları sonucu çokta programlamadan belli bir yerde blog macerasına nokta koydum.
     Yazma eylemi durmuştu ama ya okuma! Bir aradan sonra gene bir çok farklı konuda paylaşılan blogları okurken buldum kendimi. Önceliğim kitapla ilgili bloglardı bunu hoby v.s blogları takip etti. Kendime hep katmaya çalıştım, hem de hiç gocunmadan. Yaşça küçük  hünerce ve bilgice büyük bir çok blog yazarını onlarla gurur duyarak, gıptayla takip ettim.
     Başkasına küçük,  bana büyük bir sürpriz olan mutluluğu da yaşadım bir ara. Facebookta ki bir kitap sayfasında, Milliyet Blogda yazdığım bir kitap yazısından alıntı yapılarak, o kitap tanıtılıyordu. Belki 3-5 satırlık bir şeydi ama beni şaşırtıp mutlu etmişti. Sayfa yöneticisine sitem yerine teşekkür ettim çünkü farkında olmasa da hissettirdiği güzeldi.
     Gelelim bu bloga, Milliyet Blog dan bir yazanımız sık sık tekrarlardı "Yazılarımızla ilgili bir B planımız olmalı" diye, geçte olsa bende öncelikle bunu düşünerek açtım blogumu, oradaki yazılarımı taşıdım önce, sonra bir iki küçük paylaşım. Henüz bir sisteme oturmadı, her telden misali :) ama olsun en azından sizlere yorum yapan, yapacak olan kadar gerçek!
     Mutlu kalın...

   

15 Aralık 2013 Pazar

ÜRETMENİN KEYFİ...

       Yılbaşı ağacımızı hafta içi süsledim.  Ufacık dokunuşlarla, elde hazırladığım küçük çamlar, evler ve panoyla da küçük kitaplığımızı düzenledim.
        Cumartesi günü ise evim, en sevdiğim tarçın ve birazda zencefil kokusuyla doldu.  Van' da üşüyen bebeler de unutulmadı. Onlara da battaniyeleriyle birlikte gönderilmek üzere,  biraz acemilik yaşasam da filler ve arabalar dikildi.
       
       

      Hepinize mutlu pazar günleri...
         

7 Aralık 2013 Cumartesi

YENİ TOHUM, YENİ YIL, YENİ DİLEKLER...


    Bu gün http://atalet.blogspot.com/ sahibi Atalet hanımın paylaşımından öğrendiğim şekliyle limon çekirdeklerimi ektim. Bundan sonra heyecanla filizlenmelerini bekleyeceğim.
     Yeni yıl yaklaşırken öyle iyi geldi ki bu paylaşımı Sandy Tolan'ın Limon Ağacını okuduğumdan beri aklımın bir köşesinde hep limon fidesi alıp büyütmek ve onun o mis kokusunu duymak vardı.
     İnsan çok arzu ettiği halde küçücükte olsa bazı şeyleri  yapmayı öteleyebiliyor.  Gerçekleştirdiğinde ise, isteği ile birlikte başka şeylerin duyumsamasında da farklılıklar yaşıyor. Aynı benim bu gün hissettiklerim gibi...
     Yeni yılla ilgili iyi ve güzele dair hislerimi, dileklerimi ilk defa bu  kadar erken yaşadım. Ve bunu sizlerle paylaşmayı arzu ettim.
     2014 tüm dünyaya barış, bolluk,bereket, sağlık ve mutlulukla gelsin!


02.02.2014  :)



  
   
    ( Okumayı sevdiğim kadar yazmayı da sevseydim diyorum bazen. Aslında seviyorum da, zihnimde yazdığım müddetçe! İş satırlara dökmeye geldiğinde fena halde kestirmeci oluyorum, ne yapsam da sonucu bağlasam, tamamlasam düşüncesiyle dört nala koşturuyorum aceleyle.  Aslında söyleyeceklerim, paylaşmak istediklerim içimde birikip yığınlara dönüşüyor çoğunlukla. Ama umutluyum, uzun ve daha başka konulardaki yazılarımda  da buluşacağız sizlerle :) )
   

       

11 Kasım 2013 Pazartesi

BİR NEFES... KÜÇÜK BİR KAÇAMAK.

                              












İSTANBUL ATATÜRK ARBERATORYUMU
GÖRMEDEN GEÇİLMEMELİ!

9 Ekim 2013 Çarşamba

EL EMEKLERİM...












İnternet üzerinden öğreten, paylaşan, cesaretlendiren yüce gönüllülere ithaf en!

29 Mayıs 2013 Çarşamba

LAF DEĞİL, EYLEM!

Öncelikle bu yazımı herhangi bir polemik başlatmak niyetiyle yazmadığımı belirtmek istiyorum.

Çözemediğim şeyi birlikte irdeleyip, çözebiliriz belki.

Çevremde tanıdığım ve blogdaki erkek arkadaşların yorumlarına-yazılarına baktığım zaman, kadınlarla ilgili öyle hoş değerlendirmeler, benzetmeler, haklarını savunmalar, yanında olduğunu belirtmeler v.s. görüyorum ki, şaşırmamak elde değil.

" Kadınlar çiçektir, kadına el kalkmaz, her ortamda eşit olmalıyız, iki cinste aynı değer ve akıldadır, ailenin temeli kadındır, kadınlarımız yücedir, anadır, eştir, bacıdır, v.s".

İyi de; söylemler, yorumlar, yazılar bu yönde iken mağdur olan yurdumuz kadını, uzaydan mı eş seçip evlenmiş-beraber olmuştur.
Sıklıkla eleştiriye hedef olan, anadolu tipi denen erkeğin hiç olmazsa söylemi ile eylemi arasında çelişki yoktur.

"Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin, evin reisi erkektir, erkek ne derse o olur, saçı uzun- aklı kısa, eşitlik-meşitlik anlamam geç bunları v.s".

Söylem ve eylem aynı olunca tercihteki hata kadına mâl edilebilir, "Bunları söyleyen erkekten ne bekliyordun?" denebilir.

Ya diğerleri?

Başka kadınlara saygıda kusur etmeyen, gruplar içinde kadın haklarını sonuna kadar savunan, hatta bayan arkadaşlarının eşlerini-sevgililerini bu yönde sık sık eleştiren erkekler ???

Sanki evden dışarı çıkarken bazı beylere sihirli bir değnek değiyor ( inceltici-yumaşatıcı ) ancak eve döndüğü anda bu sihir bozuluyor...

Kadına yardımcı, saygı duyan, eşitliği hak gören erkek yok olup, yerine " yemek hazır mı?, çayı yaptın mı?, çocuk ağlıyor baktın mı? yoruldum benden birşey isteme, gömleğim ütülenmemiş, ekmek alınmamış, erkekmiyim-kadınmıyım anlamadım, tüm gün işte yoruluyorum zaten kendi hayatım kalmadı v.s" haykırışlarında başka bir erkek geliyor.

Neden ?

Evi dışında savunduklarını bir anda unutup, "El iyisi " olmak yerine "Ev iyisi" olmaktan çark ediliyor?

Örnekler tabiki kadın haklarına saygılı, bizlerle beraber savunucu olmuş tüm beyleri kapsamıyor. Ama söylem ve eylemi farklı olanların sayısıda azımsanamayacak kadar çok.

Sanırım mantıklı düşündükleri zaman destekleyeci, egolar söz konusu olunca da hükmedici ruh hallerine bürünüyorlar.

Bilindik ve meşhur "Şişirilmiş Erkek Egosu", mantığın önüne geçiyor.

İlişkilerde istikrarı yakalamaksa öncelikle saygı ve güvenden geçer. Karşınızdaki erkeğin söylemi ve eylemi birbirini tutmuyorsa, ne saygıdan, ne de güvenden söz edilebilir.
Arada bir dediğimle, yaptığım arasında fark var mı? diye sorabilmek bile belki çözümüde beraberinde getirir.
Ne dersiniz ?
11/11/2007








BABA YARIM CEMAL AMCAM...

Telefonun ucundaki sesle 20 yaşıma döndüm dün gece yeniden.
Yıl 1985, yeni evliyim, aylardan Şubat, bir aceleyle evlendim bu rötasyon nedeniyle, nişan günü kur'a çekildi, Kahramanmaraş gurbetim! İstanbul'a tayinimizi çabuk yaptırırız düşüncesiyle eşya bile almadık, evimiz kahveden alınma bir sandalye, eskiciden alınmış bir somya, yer yatağı ve televizyondan ibaret. Aaa birde açılır-kapanır küçük bir masa.
Karşımda ev sahibimiz Cemal Amca, astsubay emeklisi, gurbeti bildiğinden benim ürkekliğimi, yalnızlığımı, aileme özlemimi öyle iyi anlıyor ki; yeni tanışmış olsakta gözleri bana sorguda "İyimisin kızım?". Cevap veremiyorum, bende anlayamıyorum ki iyimiyim, kötümü. Evlendim mutluyum, gurbette çok yalnızım mutsuzum. Eşimin merkezden köye çıkıyor tayini, tüm günü dört duvar arasında, her türlü kıpırtı sesini dinleyerek geçiriyorum. "Annem ne yapıyor şimdi acaba?".
Cemal Amca'nın eşi, kızları ve diğer komşularım geliyor hoşgeldine. Oturtmaya yer bulmakta zorlanıyorum. "Düğün resimlerini görelim" diyorlar, resimler yok!!! Bir hafta sonra ulaşıyor elimize resimler, soluğu üst katta, Cemal Amcalarda alıyorum. Hemen itiraf ediyorlar, "Bizde hoca kızı kaçırdı demiştik :)".
O günden sonra günlerim üst katta geçiyor, daha gözümü açar açmaz kapıda beliriyorlar "Hadi kahvaltı hazır, yalnız başına, soğukta üşüme evde". Utanıyorum, her gün her gün böyle gidilirmi? Annem duysa çok kızar. Ama ben olmaz işim var dedikçe, yanımda bekliyorlar işlerim bitsin diye.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalıyor. Yeni bir ailem daha var artık. Tek çocuk değilim ki ben, 5 kardeş oluverdik birden, üç aşağı, beş yukarı yaşıt. Cemal Amcanın gözü hep üzerimde, evdekiler tembihli "Bu kız yalnız kalmayacak". İlk bebeğime hamileyim "Maraş çocuğu geliyor, ilerde ordan hatıra". İstanbul'a geliyorum doğum için, 1986 Ocak! Hayatın acımasızlığını ilk öğrendiğim tarih...Doğumda oğlumu kaybediyorum. Kollarım boş dönüyorum ikinci aileme. Gözler buğulu bana belli edilmek istenmesede, sarıp-sarmalıyorlar gene beni. Annemden, babamdan uzaklık hariç mutluyum onlarla, hem de çok mutlu. Eşim alışamadı, sevemedi gurbeti. O söylendikçe üzülüyorum, "Karşımıza iyi insalar çıktı, yapma böyle".
Yaz tatillerinde İstanbul'dayken bile özlüyorum onları, fırsat buldukça telefona sarılıyorum. Acılarımız, mutluluklarımız hep ortak. Evlenenler, bebeği olanlar, ailemiz gün gün büyüyor.
1987 yılı Eylül'ünde İstanbul'da işe başlayacağım, bir ailemde mutluluk, diğerinde matem var. "Gitmeyin, doldurun şu beş yılınızı burda, toparlanırsınızda hem, burda da iş buluruz" diyorlar, kabul etmemizi dileyerek. Olmuyor...
Yüreğimin yarısını orda bırakıp, göz yaşları ile ayrılıyoruz oradan, ailemden, Cemal Amcamdan...
Aradan geçen 23 yıl bağlılığımızdan hiç bir şeyi eksiltemedi, bunca yılda bir defacık görüşebilsek bile onlar benim ikinci ailem. En zor zamanlarımda telefonun ucunda oldular, "Gelin, size ihtiyacım var" dememi bekleyerek ve gelmeye hazır olarak.
Dün gece kızının sesini duydu, sordu gene tüm sıcaklığı, babalığı ile " İyimisin kızım?"
"İyiyim... İyiyim babacığım"


20/11/2007



MUAMMA

Yanındaydı. Sustu! Uzaklaştı. Sustu! Bilinmezde delirdi. Sustu! Avazı yetmedi gecelere. Sustu! Hırçın dalgalarda savruldu bedeni. Sustu! Hayal miydi? Sustu! Güç yetmiyor, bitsin! Sustu! Lal'di, hiç konuştu mu?
SEVDİ!!!
Soransa aslında bunu hep BİLDİ!!!
Ama YETMEDİ!!!
Herkes kendince seviyor, kimi sessizliğinde, kimi haykırışlarda. Aşk; inkar edilse de beklentidir çoğu zaman.
Haykırışın, sessizliğin harmanından... Duymak ister gönül; sebebi, mazereti, niyeti. Gözlerin anlattığı yetmez kimi zaman. Tenin sıcağı yetmez.
Ses, temas, algı, eylem karmasıdır aşk!
2008

MAEVE BINCHY

Yazın rehavetinden okumaya ara versem de, sakin zamanlarda ilk aklıma gelen kitaplarım oluyor.
Özellikle Maeve BINCHY hayranıyım.
Yalnız Kadınlar Sokağı, Geri döneceksin, Hüzün nedeniyle kapalıyız, İtalyanca aşk başkadır, Bir dilek tut benim için, Aşkı yarın yaşayacaksın, okuduğum romanları.
Yazarın anlatımının yalınlığı, hayattan tüm kesitleri yakalamanız -aile, ölüm, aşk, ihanet, azim, sevinçler, hüzün- sizi içine alıyor.
Benim önceliklerim ise; Yalnız Kadınlar Sokağı ve Bir dilek tut benim için.
Karakterlerde kendimi buldum, sabah gözümü açtığımda hala kitabı düşündüğüme, reel yaşantıda karşılaştığım olaylarda romanla bağlantı kurduğuma şahit oldum. Okumak isteyen arkadaşlar bulunacağını düşünerek, konularından bahsetmek istemiyorum, gizemleri kaçmasın.
Ve öncelikle yetişme çağında kızı olan arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. Ebeveyn olarak reel yaşamla ilgili anlatmak istediklerimizi ( gençler nasihatlardan sıkıldıkları için ), bu kitapları hediye ederek, olumlu-olumsuz bir çok yönüyle yazılı sunmuş olurlar. Yorum gençlere ait...
Şimdi elimdeki kitap ise Orhan PAMUK-Kar.
"Yaz modundan çıksanda, beni okumaya devam etsen" diye göz kırpıp duruyor, kitap konusundaki aç gözlülüğümden sırada dört kitabım daha var aslında. Çabuk silkelenmeliyim :)
Hıfzı TOPUZ- Başın Öne Eğilmesin
Buket UZUNER- İstanbullular
Petra HAMMESFAHR- Sessiz Kiracı
Perihan MAĞDEN- Biz kimden kaçıyorduk Anne?
İz bırakanlardan bir kaçı ise;
Hıfzı TOPUZ- Meyyale
DİDEROT- Rahibe
Ahmet ALTAN- Kılıç Yarası Gibi
Elif ŞAFAK- Baba ve Piç
Kürşat BAŞAR- Başucumda Müzik
Hepinize kitaplarla haşır, neşir, bol okumalı günler...
Tavsiyelerinizi bekliyorum.
2008

YAMAÇTA VE SESSİZ KİRACI

YAMAÇTA - Markus WERNER
Birbirine yabancı iki erkeğin, rastlantı sonucu iki geceye yayılan, dingin bir o kadar da sürükleyici sohbetleri.
Aralarında ki çekici bir güç mü, uzaklaşmayı düşündüren bir şeyler mi var?
Aşkın ve sadakatin sorgulandığı, zıt savların savunulduğu, gizemli ve büyük süprize gebe bir diyalog.
Sonun neye varacağını merakla beklediğiniz, bittiğinde " Neden insanlar haketmediklerine maruz kalır? Her şey bu kadar basit mi?" sorusuna kitlendiğiniz, özel bir kitap.
SESSİZ KİRACI - Petra HAMMESFAHR
Ölen eşinle iç hesaplaşması bitmemiş genç bir kadın.
Küçük kız çocukları.
Ve orta yaşı geçmiş, sessiz, sakin, nazik bir adam.
Gerilim türü roman sevenler için ideal.
Okurken anne olarak "Dayanamıyorum, okumayacağım" desem de, elimden bırakamadığım, 6. hislerin bazen hiç yanıltmadığını, güven sorununu, sırların ağırlığını, yaşamı ikinci defa keşfetmeyi anlatan, sürükleyici bazen de karabasanlar çökerten bir anlatım.
- Ebeveyn olarak yüreğim dayanır diyenlerin tercih etmesi gerekir, kendi adıma soluksuz kaldığım çok anlar oldu.
Kitaplarla dolu günler...

BİZ KİMDEN KAÇIYORDUK ANNE? - PERİHAN MAĞDEN

Kendi ailesinden sevginin en küçük kırıntısını bile tadamamış bir anne ile uğruna hayata asıldığı küçük kızı, Bambi' sinin kaçış öyküsü.

Annenin yavrusunu kötülerden-kötülüklerden, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlükten korumaya çalışırken, geçmişinden, peşindekilerden kaçışında, otel odalarında sürüklenen kayıp yaşamları.

Minicik yüreğin, annesini üzmemek adına kendinden verdikleri.

Sevgisizliğin iki suçsuz insana yaşattığı acı gerçekler ve gelinen nokta...

Bazı şeyler hepimize uzaktan ne hoş gözükür, değil mi?

Yada bildiğimizi sanıp, aslında hiçbir şeyi bilmeden başkaları hakkında ne çabuk yargılara varırız?
O yığınla dört duvar arasında, aldatmaca dolu nice hayatlar olduğu gerçeği!

Kitabı okurken, günümüzde artan boşanmaların çocuklar üzerindeki etkisini, sevgi adına kararın doğruluğunu-yanlışlığını da sorguladım sıkça.

Onların hem anne, hem baba sevgisine ihtiyacı olduğu gerçekliğini atlamadan.
Aile bütünlüğünün korunduğu düşünülen bir çok evde, soğuk savaşların yaşandığı, paylaşım olmadan sadece ortak alanların kullanıldığı, sevgiye aç, ürken, korkan çocukların olduğu da inkar edilemez. Hatta bazen yük olarak görüldükleri, sorumluluklarından kaçıldığı, "Eve gidip, geliyoruz, büyüyorlar işte, daha ne?" diye düşünüldüğü de.

Buna karşı; ayrılmış eşlerin kendi aralarındaki sorunları, çocuklarının sevgisinden soyutlayıp, ayrı mekan, ayrı zamanlarda da olsa doyasıya yaşatabildikleri.

Önemli olanın her an yanyana olmak değil, paylaşımın gerçekleştiği zamanın çok olabilmesi.

Sonuç mu?

Sevmenin, değer vermenin, hissettirmenin; şartları, şekli, mekanı olmadığı!

Kimi minicik, kimi boyumuzca olan çocuklarımızı sımsıkı kucaklayalım, bizim için önemli, özel olduklarını, yaşama tutunma nedenimiz olduklarını hissettirelim.

Ruhlarını, ana damarlarından sevgimizle besleyelim.

Onlar için en büyük hediye SEVİLDİKLERİNİ bilmektir...

SEVGİ SOKAĞI

"Hadi gel, eve gidiyoruz" dedi. Bu sesi tanıyordum, İlker Abimdi, hiç itirazsız kabul ettim, tutuştuk elele başladık yürümeye.
Sokağımıza gelince;
"Annen bizde, sende yukarı çık, ben Tamer'le top oynamaya okulun bahçesine gidiyorum" dedi. Der demez de 30 m. ilerideki okulun bahçe kapısında yok oldu. Tam lojmana giriyorken Fırıncı Mustafa Abi'nin sesini duydum.

- O küçük hanım bu gün geç kaldın bakıyorum, millet ekmek bekliyor, servise gitmiyor muyuz?
Benim sevdiğim eşekle gelmiş bugün, yaşasın! Ekmek küfeleri yanlarda, ben eşeğin tepesinde başladık yol almaya. Sıcacık ekmek kokusu, nasılda canım çekti ama biliyorum ekmekler sayılı, birinin ucundan azıcık koparabilseydim. Neyse dayan kızım dönünce Mustafa Abi en sıcağından bir ekmek verir sana. Sırayla 6-7 bakkala ekmek veriyoruz. Yol boyu eşeği seviyorum, kulak arasından öpücük kondurup, iyice eğilip gözlerine bakıyorum. "Eşek gözlü" demenin neden iltifat sayıldığını iyi biliyorum bu nedenle. Geri döndüğümüzde İlker Abim hala ortalarda gözükmüyor. Annemlerin yanına, eve gidiyorum bende. O da beni bekliyormuş, günlerden Cuma, pazara gidecekmişiz.

Pazar çok kalabalık, bacak aralarında kalmaktan sıkılıyorum. "Offf anne neden beni evde bırakmıyorsun sanki" diye içimden söylenirken annemle birbirimizi kaybediyoruz. Biraz etrafa bakınıyorum, annemi bulamıyorum. Her zaman limon aldığımız limoncu beni yanına alıyor, annem nasılsa buraya kesin uğrar. Yandaki bavulcunun en büyük bavulunun üstüne oturtuyor beni. Limoncu, bavulcu ve ben, başlıyor üçlü muhabbet, keyfim yerinde. Beni bulmak için evle pazar arasında 4-5 tur atan annem en nihayet görüyor beni.
- Kaç defa burdan geçtim, dönüp neden bakmıyorsun, deyip basıyor fırçayı.
- Biz muhabbet ediyorduk, seni nerden göreyim, dememle popoma 3-4 şaplak yemem bir oluyor.
- İşte buldun ya beni sevinsene, birde niye dövüyorsun ki deyince, annemin korkudan ve sinirden pancar kırmızısına dönen yüzünü, gülmemek için şekilden şekile soktuğunu görüyorum. Ama ben anlıyorummmmm. Sıkıca kucaklıyorum onu.

Eve dönünce doğru İlker'lere gidiyorum, lojmanda yan yana dairelerde oturuyoruz, oh eve gelmiş neyse.
- Akşam çatıya çıkacak mıyız? Bu gece yeni film oynatacaklarmış, diyorum
- Bakalım, belki Tamer'de gelecek müzik dinleyeceğiz , diyor. Eh onlar ne derse o olur.
İlker, Ferdi Tayfur' cu, Tamer, Orhan Gencebay, ben ikisini de sevmiyorum. Sokağımızda ki yazlık Şafak sinemasında sık sık Nilüfer, Ajda Pekkan, Berkant ve Ersen' in plakları çalıyor, ses tüm sokağa yayılıyor onları dinliyorum ve seviyorum.

Babam işten gelince yemeğimizi yiyoruz, akşam çayına İlker'ler bize geliyor. İkimizin babası da veznedar ama farklı şubede çalışıyorlar. İlker gelmemiş, daire kapılarımız açık, bizimkiler çaylarını içerken fırt kaçıyorum hemen yanına. Maydanoz saplarını yiyor, hemen bende atlıyorum tabi. Sen çok yedin, ben az yedim başlıyoruz şakacıktan kavgaya. O, 6 yaş büyük ve benim gibi tek çocuk, Tamer'de 5 yaş büyük, o ailenin tekne kazıntısı, evde şimdilerde tek çocuk sayılır. Aaaa saat kaç olmuş Tamer gelmedi diyorum, gene top peşindedir bu saatte bile diyor İlker. Yalvarmaya başlıyorum
- Abi hadi çatıya çıkalım, ne olur, ne olur. Bak Tamer'de gelmiyor zaten, gelirse o da yukarı yanımıza gelir.
- Ah Suzukim (gözlerim hep şiş gözüktüğü için beni Japonlara benzetip, bu ismi koymuştu.) , niye sana hiç hayır diyemem, yakala minderi diyor. Yukarıda kiremitler popomuzu acıtmasın diye minderlerimizi almayı hiç unutmuyoruz. Bizimkiler kaçtığımızı fark edip, dikkatli olun, ne siz düşün, ne de kiremitleri kırın, diye sesleniyorlar arkamızdan. Çatının kenarında yüksekce beton olduğu için aşağı uçmamızdan pek korkmuyorlar anlaşılan. Sinemanın ışıkları sönüyor ve film başlıyor. Sinema perdesinin üçte ikisi görünüyor ama olsun, biraz sağa doğru yattıkça her sahneyi tam görüyoruz. İlker her zaman ki gibi sakin, galiba onun bu sakin yapısı bana huzur veriyor, uykum geliyor, onun dizine yatıveriyorum, nasılsa film bitince uyandırır beni, yarın gece de sonunu seyrederim.

Sabah balkondan gelen sesle uyanıp, doğruca balkona koşuyorum. Oleyyyy, günlük nevalem tamam yine. Ya at arabacısı İsmail Amca, yada karşı kahvenin sahibi Sabri Amca'dan nevaleler. Bir paket sakız, bir paket şemsiye şeker ve l pakette çok sevdiğim kaynana şekeri. Kaynana şekerine düşkünlüğümden sokak lakabımda Kaynana. Kulağa hoş gelmiyor ama bakmayın siz. Sokakta başka kız olmadığı için kıymetlileriyim ben.

Sokakta duran at arabalarına bakıyorum, benim siyah atım gene orda, şimdi aşağı inemem annem yollamaz bende balkonda ata binerim. Balkonun pervazına oturuyorum, hadi sevgili atım senle biraz tur atalım olur mu?
Karşıda hareketlilik var, kahvedeki herkes dışarı çıkıyor, Sabri Amca bir ileri bir geri ne yaptığını anlamıyorum. Neden hepsi bana bakıyor? İsmail Amca sakin sesinle sesleniyor;
- Gülay, sakın aşağı bakma, hep önüne doğru bak, kıpırdama geliyorum.
-????
- Allahım sen koru, Allahım sen koru, diyor Lokantacı Fikret Amca.
- Aaaa ne oluyor bunlara, bir rahat oynayamayacak mıyım ben?
İsmail Amca eve gelip, doğruca balkona yanıma geliyor. O kadar sessiz yaklaşıyor ki fark etmiyorum önce, kolumdan tuttuğu gibi kucaklıyor beni, öpüyor,öpüyor,öpüyor. İçerde ütü yapan annem arkasında belirmiş, panik yapmasın diye eve girdiğinde ona birşey demeden, rotayı direk balkona çevirmiş. Annem ağlamaya başlıyor. Ben hala şaşkın!

Duvara kulağımı yaslayıp İlker'in odasını dinliyorum, odalarımız yan yana denk geliyor. Artık uyansa da yanına gitsem. Tamer aşağıdan ıslık çalıyor İlker'e, kendi aralarında şifreli. Camı açıyorum, uyanmadı daha diyorum.
- Kahvaltınızı yapın okulun bahçesine gelin, uyandır şu uykucuyu, diyor. Hava da biraz serin sende üstünü sıkı giyin tamam mı?
Tamer'in arkasından bakakalıyorum, sonra camı kapatıp İlker'i uyandırmaya gidiyorum. Annesi Pervin Teyze açıyor kapıyı, sabah öpücüğümü veriyor kocaman. Ben onun da kızıyım, elbiselerime nakış yapıyor hep.
- Uykucu uyan hadi, saat 12.00 oluyor. Kahvaltımızı yapalım, Tamer bekliyorrrrrr.
- Oooo sabah cini, geldin mi gene :)))) İkiniz de delisiniz, ne işim var sizle bilmem, diyor İlker abim.
Onu çok seviyorummmmmmm, o da beni :)))
Biri akıllı-uslu, biri de deli-dolu abim.
Sokağımızın adı Dipçik Sokak, ne kadar itici. Ben adını değiştirdim.
Biz; SEVGİ SOKAĞI çocuklarıyız...

08/10/2007


ÖYKÜYÜ KALEME ALAN HANGİ BEN?

Okuduğum kitabın toplam bir paragrafı geçmeyecek cümleleri, şu an bu satırları yazdırıyor.

Hepimizde; bir olduğumuz, bir de olmak istediğimiz "Ben" mevcut. Yazar bunlardan hangisinin öyküsünü yazdırdığını sorgulamış ve son kitabına kadar eserlerini olmak istediği "Ben'in" kaleme aldığını, bu nedenle henüz gerçek bir öykü yazamadığını, diğer çoğu eserlerinde olmak istenilen "Ben'" ler tarafından yazıldığını öne sürmüş.

Kastettiği, öyküde bahsi geçen konunun yaşanıp-yaşanmamış olması değil, yazar olarak hangi "Ben'in" hikayeyi yönlendirdiği.

Olduğu ben'i ; Dayatmaların, örf-adetlerin, kısıtlanmış duygu-düşüncelerin, günün şartlarının yönlendirdiği, kısacası ondan beklenilen "Ben" olarak sunarken, (Çoğumuzun da kabul ettiği gibi)

Olmak istediği ben'i ; Tüm duygularını özgür bırakıp, salt kendi iradesi ile karar verip, uygulayan olarak belirtip, gerçek öykülerin olmak istenen "Ben" tarafından yazılamayacağını savunmuş.

Şimdiye kadar hiç bir öyküde yazarın hangi "Ben'e" göre öyküsünü yönlendirmiş olabileceğini düşünmemiştim, belki de olmak istenilen "Ben'in" yazdığı öyküler, olmak istediğimiz "Ben'i" verdiği için sorgusuzca beğeni ve kabul görmüştü.

Ya olduğu "Ben'in" yazacağı öyküler...

Sanki baştan sıkıcı geldi bana... Peşin hüküm mü? Belki...

Aklıma ilk gelen soru: "Neden öykü-roman okumayı seviyorum-seviyoruz?" oldu. Sınırsızca yaşayabileceğimiz duygularımızı bulabildiğimiz için değil miydi? Öfkenin, acının, hırsın, aşkın, tutkunun, olumlu-olumsuz her duygu-düşüncenin özgürce yansıtılabildiği tek yer bu türdeki kitaplar değil miydi? Bizlerde olmak istediğimiz "Ben"i" bulduğumuz için sevmiyor muyduk?

Yazar, o an'a değin, olduğu "Ben" yazmadığı için "Gerçek Öykü" yazmadığını düşünse de, bu görüşüne yarı-yarıya katılabildim.

"GERÇEK" neden oluşuyordu? Hissettiklerimiz mi, sınırlandırıldıklarımız mı gerçekti?

Yazarlıktan nasibini almamış olan ben, konuyu okur olarak düşünüp, değerlendirebilirim.

Ancak, MB' da öyküler yazan arkadaşlarımızın, öykülerini kaleme alırken;

- Öyküyü kaleme alan hangi "BEN?"

sorusunu yöneltip-yöneltmediğini de merak ettim açıkcası :)


07/02/2008





YOL ARKADAŞIM.

En sevdiğim iyileştirme hikayelerinden biri Hermann HESSE'nin Boncuk Oyunu'nda bulunabilir.

Kutsal Kitap zamanında yaşayan Joseph ve Dion oldukça etkili olmalarına rağmen farklı şekillerde çalışan iki ünlü şifacıdır. Genç şifacı Joseph sessiz, esinlenmiş bir dinlemeyle tedavi eder. Hacılar Joseph'e güvenmektedir. Kulaklarına ulaşan acı ve kaygılar çöl kumundaki su gibi kaybolmakta ve tövbekarlar yanından içlerini boşaltmış ve sakin bir şekilde ayrılmaktadır. Öte yandan daha yaşlı şifacı Dion ise, aktif bir şekilde yardımını isteyenlerle yüzleşmekte, itiraf edilmemiş günahlarına ilişkin kehanetlerde bulunmaktadır. O yüce bir yargıç, cezalandırıcı, azarlayıcı ve onarıcıdır. Ve aktif müdahaleyle tedavi etmektedir. Tövbekarları çocuklar gibi tedavi ederken öğüt vermekte, cezalandırmakta, hac yolculuğunu ve evliliği emretmekte, düşmanları uzlaşmaya zorlamaktadır.
İki şifacı hiç karşılaşmaz ve yıllarca rakip olarak çalışırlar, ta ki Joseph bir ruhsal hastalığın pençesine düşüp, öz-yıkıcı fikirlerin üstesinden gelmeye çalıştığı derin bir umutsuzluğa gömülene dek. Kendisini kendine ait tedavi edici yöntemlerle tedavi edemeyerek, Dion'un yardımını istemek üzere yola çıkar.
Yolculuğu sırasında Joseph bir akşam vahada dinlenirken yaşlı bir yolcuyla sohbete dalar. Joseph yolculuğunun amacını ve hedefini anlatınca yolcu Dion'u arayışında ona rehber olmayı teklif eder. Daha sonra uzun yolculuklarının bir yerinde yaşlı yol arkadaşı kimliğini Joseph'e açıklar. Ne harikadır ki bu yolcu Dion, yani Joseph'in tam aradığı kişidir.
Dion, hiç tereddüt etmeden kendisinden genç, umutsuz rakibini evine davet eder ve orada yıllarca birlikte yaşayıp çalışırlar. Dion önce uşak olmasını ister Joseph'den. Sonra onu öğrenciliğe ve son olarakta en üst düzeye, yani meslektaşlığa yükseltir. Yıllar sonra Dion hastalanır ve ölüm yatağındayken bir itirafını dinlemesi için genç meslektaşını yanına çağırır. Joseph'in korkunç hastalığından ve yardımını istemek amacıyla Dion'u bulmak için çıktığı yolculuktan söz eder. Yol arkadaşının ve rehberinin Dion olduğunu öğrenince Joseph'in bunu nasıl mucize olarak gördüğünü hatırlatır.
Dion artık ölüyor olduğuna ve uygun zaman geldiğine göre bu mucize hakkındaki sessizliğini bozabileceğini söyler Joseph'e. O zamanlar bu olayın ona da mucize gibi geldiğini söyler çünkü kendisi de büyük bir umutsuzluk içindedir. O da boş ve manevi açıdan ölü gibi olduğunu hissetmektedir. Kendi kendine yardım edemediği için yardım aramak üzere yola çıkmıştır. Vahada karşılaştıkları o gece Dion' da Joseph adındaki ünlü şifacıyı aramaktadır!

Irvın D. YALOM/ Bağışlanan Terapi

Psikolog ve psikoterapi denince çoğumuzun ilk tepkisi, "Benim psikologa gitmeme ve terapi görmeme gerek yok, hastamıyım ki?" hatta daha da ileri giderek "Deli miyim?" olur. Bu tutum günümüzde biraz aşılmaya başlanmış gibi görünse de, yüzdelik dilimde büyük payın, bu tepkiyi vereceklerden oluştuğu da bir gerçektir.

Verilen tepkide; terapistle-terapi görenin, doktor-hasta olarak adlandırılmasının etkisi yok mu?

Irvın D. YALOM; Terapötik ilişki için bir çok ifade olmasına rağmen (hasta-terapist, müşteri-danışman, analiz edilen-analist, müşteri-kolaylaştırıcı, kullanıcı-sağlayıcı) hastaları ile kendini "Yol arkadaşı" olarak düşünmeyi tercih ettiğini belirtiyor.

"Divan" adlı eserinde, kahramanı Dr. Ernest Lash ın kendinden kıdemli Dr. Marshal' dan gözetim terapisi almasını, ilerleyen zaman içinde ise Dr. Marshal'ın gizlilik ilkesine güvenemediğ için meslektaşlarından seçim yapmamasına karşın, Avukatı Carolyn 'i yol arkadaşı olarak belirlemesini örneklendirerek, bizlere insan doğası gereği hepimizin, basit yada yoğun dürtü sorunlarımızla ilgili, dönem dönem terapiye ihtiyaç duymamızın olağanlığını açıkca belirtmiş oluyor.

Ayrıca; terapide dürüstlük ilkesinin sadece tek tarafın dürüstlüğü değil, iki yol arkadaşı için geçerli olmasını hedef belirleyerek güven sağlamakla birlikte, iki insanında kendilerini dürüstçe ifadeleri ile birbirlerinin sivrilen dürtülerinde törpü görevi görmesini ve karşılıklı değişim fırsatı yakalamalarını esas alarak, "Yol Arkadaşlığı" benzetmesinin de ne kadar gerçekci olduğunu vurguluyor.

Kitapları bitirdiğimde; Türkiye şartlarında Aile Hekimliğinin bile hedefine ulaşabileceğine inanmasam da, toplumsal olarak yaşanan öfke patlamalarını, ilerlemiş depresyon vakalarını düşündükçe öncelik sırasının Aile-Bireysel Terapiye tanınabilmesini arzu ettim.

Ruhu dinmeyen hangi birey sağlıklı çözümler üretebilir???








FEMİNİSTİM, DUYGUSUZ DEĞİL!

Feminist mi dediniz?

Aman, sakının onlardan...

Ne eş, ne sevgili, ne de anne olabilirler!

Onlar; katıdır, duygusuzdur, bağımsızlıklarına olan düşünkünlükleri, genel yaşamlarına vurdumduymazlık olarak yansır ve çekilmez bir hal alır.

Ev işi yapmak, çocuk bakmak, aile düzeninin gerektirdiği sorumlulukları almak, feminizm yanlısı bir kadının külfetleridir. Karşı cinsle aynı haklara sahipliği savunma adına erkekleşmişlerdir... Anaçlıklarını, duygusallıklarını yitirmişlerdir....

Sizce de bu mudur feminizm?

Feministim diyen kaçımız bunlara "Doğru" diyebilir?

Ne yazık ki hala feminist sözcüğünün ilk akla düşürdüğü tanımlama bunlardan ibarettir...

Sosyal hayatı paylaşmada iki cinsinde eşit haklara sahip olmasını savunmak, doğaya bile karşı gelmek bahasına sizi "Kadın" cinsiyetinden bir anda soyutlar.

Çünkü genel kanıyla "Kadın": Kim tarafından düzenlendiği belirsiz, ortada olmayan ama varmış gibi kabullenilen, gizli ve yanlı bir anlaşmaya göre, saçını süpürge etmesi gereken, anlaşmanın şartlarına sorgulamadan uyan, "Neden sadece ben?" sorusunu sorma hakkı bulunmayan, duygusal-cinsel anlamda karşılık beklemeksizin verici olması gerekendir...

Feminizme; kadın-erkek ayrımı olarak değil, kadının da "insan" olduğu gerçeğiyle bakılmaya başlandığında bu kavram kargaşası çözülecektir.

Feminist Kadında;

- Anadır
- Eştir
- Sevgilidir
- Duygusaldır
- Sorumluluk bilincindedir
- Dişidir

Arada ki tek fark ise; Kendi cinsi adına sorgulayan, "İnsan" olma nimetinden adil olarak hakkını almak isteyendir.



SESSİZLİK ÇOK ŞEY ANLATIR...

Yorucu bir günün ardından aperatif bir şeyler hazırlayıp, dinlenmeyi düşünüyordu. Televizyonu açtı, aslında ne haberleri, ne de başka bir programı izlemek istemiyordu, iş yerinde başı yeterince şişmişti.

Duşunu alıp, tabağı elinde televizyonun karşısındaki koltuğa oturdu, gözleri ekranda olmasına rağmen, aklı hala işlerindeydi.

Birden, mutfaktan birinin seslendiğini duydu.

-Demir... Demir...

Şuursuzca mutfak kapısına doğru baktı, kendinle dalga geçercesine kinayi bir gülümseme belirdi yüzünde. Biliyordu... Orada seslenecek biri olmadığını biliyordu!

Elindeki tabağı sehpanın üzerine bıraktı, bir sigara yaktı. Televizyonun sesi ve ekrandaki renk cümbüşü kendini daha yorgun hissettiriyordu, televizyonu kapattı, müzik setine yöneldi. Cd leri tek tek elden geçirdi, hiç biri cazip gelmiyordu sonunda rastgele birini kapağa yerleştirdi.

Doğrulmak üzereyken şimdi de ayak sesleri duyduğunu sandı, "Aklımı yitiriyorum galiba" diye geçirdi içinden, bu sesleri yakın zamanlarda sık sık duymaya başladığını hatırladı. Koltuğa oturmaya hazırlanırken elektrikler kesildi, gece de bir terslik vardı sanki. Artık ne müzik sesi, ne gaipten gelen sesler... hiç biri yoktu... Sessizliğe sadece rüzgarın uğultusu eşlik ediyordu.

El yordamıyla büfeden mumu aldı, cılız ve titrek mum ışığında duyguların labirentinde yolculuğa çıktı.

* * *

Eşinden üç yıl önce ayrılmıştı. İkisi de boşanmayı dünyanın sonu olarak algılamadığından, toparlanmaları uzun sürmemiş, hayata asılmaktan vazgeçmemişlerdi. Kızının, annesinin yanında kalması ortak alınan karardı ve bu karar baba-kızın özgürce görüşmesine engel teşkil etmemiş, bazı anlarda daha da yakınlaşmalarını sağlamıştı. Boşanma kararını alırken en çekindikleri husus bluğ çağındaki kızlarına bunu nasıl açıklayacaklarıydı, kızlarının " Birlikte olmanızı tabi ki isterdim ama olmuyorsa, mutsuz bir anne-babaya sahip olmaktansa ayrılın daha iyi" diyerek koyduğu net tavrı ikisinin de işini kolaylaştırmıştı.

Demir, kızının olgun yanına hep hayran kalmıştı ama bu konuda ki olgunluğu şaşırmasına engel olamamıştı.

Ayrıldıktan sonra kısa süreli ilişkileri olmuş, hiç birinde istikrarı sağlayamamıştı. Kendine en çok sorduğu soruların başında "Hala eşimi mi seviyorum?" vardı ama vardığı sonuçta hep "Hayır" dı. Ayrılığa fevri düşüncelerle niyetlenmemişlerdi, ikisi de ayrı ayrı mantıklı ve iyi insanlardı. Böyle olmasına rağmen bir şeyler tükenmişti, tükenenleri yakalamaya çalıştıkça daha uzaklaşıyorlardı, kırıcı boyutlara varmasa bile birbirlerine battıklarını hissettiriyorlardı. Hayır... İlişkilerindeki sürecin eşiyle, ona sevgisiyle ilgisi yoktu, zaten evliliği sevgi bittiği için bitmişti.

* * *

Peki son zamanlarda duyduğu sesler neydi? Neyi bekliyor, ne olmasını hayal ediyordu?

Ayrılığın ilk dönemlerinde sevgiyi inkar etti, henüz sonsuz sevgiye şahit olmamıştı, hayatına kısa süreli giren kadınlardan hiçbirini sevmemiş, sevmekte istememişti. Mutlu olmak için sevmesi-sevilmesi gerekmiyordu, kısa süreli ilişkilerle de mutlu olmak mümkündü. Aynı evi paylaşmakta önemli değildi, yalnız uyumaya, sahip olduğu alanları yalnız kullanmaya alışmış, başka biriyle paylaşma fikri bile ürkütmeye başlamıştı.

Oysa, önceleri memnun olduğu bu yalnızlık, artık iyi gelmiyordu.

Yalnızdı...

Hem de çok yalnız...

Sevmeyi, sevilmeyi deli gibi özlediğini hissetti birden... Sevilmek istiyordu...Sıcacık bir sesin ona seslenmesini, o sesin sahibinin ayak seslerinin vereceği huzuru istiyordu.

Sevmek istiyordu... İçinin titreyerek adını söyleyeceği, dizlerinde uyuyacağı, gece yarısı nefesini dinleyeceği, yalnızlığını sonlandırdığı için şükredeceği birine ihtiyacı vardı.

İçine daldığı labirentte çıkışa yaklaştığını hissetti, yalnızlığının itirafı bu sessiz gecede tüm çıplaklığı ile özgürlüğüne kavuşmuştu.

Camı açtı, rüzgarın serinliğini derin nefeslerle içine doldurdu. Kendine ve karşısına çıkacaklara sevgi adına şans vereceğine emin ve umutla, gecenin ışıklarının ilüzyonunu seyre daldı.



18/03/2008



HİÇ SEVMEKTEN KORKAN BİRİNE AŞIK OLDUN MU?

Yirmili yaşlarının son basamaklarındaydı Zuhal. Bir süredir inzivaya çekilmiş halde sürdürdüğü hayatı arkadaşlarını huzursuz ediyor, onu yaşama katmak için tüm çabaları ise sonuçsuz kalıyordu. Günleri işi ve evi arasında, yalnız, suskun, her şeyden kopuk tükeniyordu...

***

Nihan'ın;
- Yarın akşam sendeyiz, kuzenimi seninle tanıştırmak istiyorum, mazeret kabul edilmez.

diyerek, emrivaki yaptığı davetsiz misafirlik fikri hiç hoşuna gitmemişti Zuhal' in. Sabah market yerine semt pazarından alış-veriş yapabileceğini, biraz olsun memnun kalmadığı bu misafir fikrini de aklından çıkarabileceğini düşünerek evden çıktı.

Baharın gelmesiyle birlikte pazar bile canlanmış, tezgahların üzerindeki konfeksiyon ve mefruşat ürünlerinin canlılığı, sebze-meyve bölümünün renklerini dahi bastırmıştı. Her yer rengarenkti, bu renklilik, içinde kıpırtılara neden oldu, kendini mutlu hissediyordu...

Ta ki... Ta ki perdecinin tezgahına yanaşana kadar... Bir anda tüm sesler susmuş, tüm renkler kaybolmuş sadece minik mor çiçek desenli perde topunda asılı kalmıştı gözleri...

Zaman tünelinde yolculuk yapmışcasına kendini Taşkın'ın evinde buldu. Taşkın elinden tutmuş, onu evin en sevimli ve ferah odasına doğru götürüyordu...

- Süpriz... İstediğim desende perde buldum, bak, ne kadar yakıştı pencereye. İyi ki tavsiyene uyup ölçüleri almıştım, ebatları uygun olunca diktirme eziyetinden de kurtulmuş oldum, nasıl, sende beğendin mi?

Zuhal perdeden ziyade Taşkın'ı izliyordu. Onun çocuksu coşkusu, yüzündeki parıltı her şeye değerdi, kendini ona çeken şeyde bu değil miydi? Taşkın, tanıştıkları günden beri birlikte yaşamaya, evliliğe karşı olduğunu sık sık belirttiği halde burada olmasının izahı ne olabilirdi? Ondan kopamıyordu, kendine "Bir daha görüşmeyeceğim" diye verdiği sözleri tutamıyor, fırsatını bulduğu ilk anda onun yanına koşuyordu... Karşılıksızda değildi bu istek, Taşkın' da her fırsatta onu arıyor, "Neden burada değilsin? Yanımda ol demem mi gerekiyor?" diyordu.

Taşkın'ı zorlamak istemiyordu Zuhal... Kadınlara güvensizliğini aşmak kolay değildi, bazen saatlerce bu çıkmaz tartışmanın içinde buluyorlardı kendilerini. Zuhal' in tüm kadınların aynı kefeye konmasına üzüldüğünü, gururunun incindiğini anlamak istemiyordu. Bir gün yine böyle bir tartışmanın ardından;
- Benimle evlenir misin? demişti.
- Hayır...
diye noktalamış, artık bu konuda konuşmamaya da yemin etmişti Zuhal. İstediği bu değildi... Hırsla, kızgınlıkla, lanet olsun dercesine yapılan evlenme teklifini kim kabul edebilirdi...
Bir kaç gün sonra Taşkın telefonda sitem ediyordu;
- Evlenme teklifi mi geri çevirerek, gururumu kırdığının ve bu teklifin yapıldığı ilk kadın olduğunun farkındasın değil mi?
- Bunları daha sonra konuşsak, şimdi toplantıya girmem gerekiyor, diyerek telefonu kapattı Zuhal.
Birinin sevgisinden emin olup, çelişkilerini, korkularını aşamamak, bu nedenle de mutluluğu kaçırmak bu olmalıydı. Taşkın'ın ona nasıl sarıldığını düşündü, bir annenin çocuğunu içine sokmak istercesine, sıcak, koruyucu, sakınan sarılması gibiydi...Sevmeyen böyle sarılamaz, böyle hissettiremezdi...Ama aşılamadık şeyler vardı... Olmuyordu...

Onu aramamaya karar verdi, aramadı da... Bu davranışıyla Taşkın'ın düşüncelerini teyitler konuma geldiğini de biliyordu, kadın kısmı terk ederdi... Ve bir kadın daha terk etmişti...

Bu terk ediş değildi...Tüm acıtıcılığına karşı onu tercihlerini belirleme adına özgür bırakmaydı, için için umudunu yitirmek istemese de her şey zamana kalmalıydı... Belki bir gün Taşkın'da sebebi anlayacaktı ama henüz değil...

Nihan'ı aradı.
- Biriyle tanışmaya hazır değilim lütfen anla... Kimseye umut vermek istemiyorum, akşam ki görüşmeyi iptal edelim.
- Bu ne kadar sürecek Zuhal. Arayıp, sormayan, peşine düşmeyen birini daha ne kadar bekleyeceksin?
- Bilmiyorum... Keşke diyorum, keşke başka biri için ayrılsaydık, istemediği için olsaydı...Sen hiç sevmekten korkan birine aşık oldun mu Nihan ???






21/05/2008



SAĞ YANIM ÜŞÜYOR...

Cenaze arabasının ardında ağır adımlarla yürüyordu.

Ağaçların arasından sızan güneş ışıkları, yola yayılmış kuru yapraklar üzerinde renk hüzmelerine sebep oluyor, bastığı yaprak ve kuru dalların çıtırtısı bir ayin müziği gibi kulaklarında yankılanıyordu.

Durdu, eğilip bir dal parçasını ve yaprağı avucuna aldı.

- Sizde mi?

Yol, yalnızca kendisine ve ona aitti, yanında ve arkasında ilerleyenleri görmüyor, duymuyordu.

Son yolculukta da sadece ikisi olmalıydı, bir ömürde olduğu gibi...

Elini cebine soktu, gözlüğe değdi eli.

- Bu sefer unutmadım bak! Uyurken çıkardım gözlüklerini, başını acıtmayacaklar.

Yüzü geldi gözlerinin önüne; tüm çizgileri, gözleri, parmak uçlarını gezdirmeyi sevdiği dudakları, kurşuni saçları. Sol yanındaki yerini anımsadı ürpererek:

- Sol yamacım üşüdü, gel hadi. diye seslenişlerini...

- Böyle mi kararlaştırmıştık, hani sen beni uğurlayacaktın önce... Hani yarım kalmama göz yummayacaktın...

Boş mezarın yanına geldiğinde yanındaki tüm gövdeleri var gücüyle itti, ona iyice yaklaştı, kimse müdahale etmeye cesaret edemiyordu, her şey bitene kadar dayanacak güçte olduğunu biliyorlardı. Onları yalnız bırakmak istercesine gerilediler.

Diz çöktü...

Toprak atan adamın yüzüne baktı, o yüzdeki kanıksamışlık ve duygusuz ifade içini daha bir acıttı, hemen bakışlarını kaçırdı yüzünden. O, işini yapıyordu


Ayağa kalktı, arkasında sükunetle bekleyenlere döndü.

- Artık gidebiliriz, sağ yanım üşüyor...



29/07/2008





YABANCI - ALBERT CAMUS

           Gecenin sakin saatlerinde okunup, düşüncelerle gün ışığına varmaya değecek bir kitap bence.
Kitabı elinizden bıraktığınızda sorgulamalar başlıyor. Kendi tavrınızı, size dayatılanları, aynı tornadan çıkmış insan toplulukları oluşturulmaya çalışılmasını, varoluşçuluğu... Kısaca "SAÇMA" yı sorguluyorsunuz.
          Neden; yaşanan sevgiler, hüzünler, acılar, olaylar karşısında tepkilerimiz aynı olmalı? Başkalarına göre olabilmek mi iyi olmak? Kendin olmak seni kötü insan mı yapıyor?
Roman da Mersault, işlediği cinayetten önce annesinin ölümündeki davranışlarıyla, kabullenişiyle yargılanıyor mahkemede öncelikle. Duygusuzlukla, soğukkanlılıkla suçlanıyor ve konunun özüne gelene kadar bu davranışlarıyla akıllarda zaten idama mahkum ediliyor. Yaşam sürecinde kime zarar verip, vermediğine bakılmaksızın, kendi olduğu, hissettiği gibi davrandığı için...
         Sayfalar tükenirken kendime de sordum: "2. 3. kişilere zararı dokunmadan, sadece kendi olduğu için bana değişik gelen davranışlarda bulunanlara, ben nasıl bakıyorum? Bana nasıl bakılıyor?".
Kendin olabilmeyi sözde, yürekte destekleyenler olsak ta sanırım çoğumuzun bu hataya düştüğü oluyor, hemen yargılamalar başlıyor. Kimimiz az, kimimiz çok.
Hatalarımı değerlendirirken ne kadar dikkat etmeye çalışsam da, ebeveyn olarak davranışlarımı düşündüm. Bir çoğumuz çocuklarımızda kendimizi görmeye çalışarak bu hataya düşüyoruz kanımca. Bize yansıyan o aynı tornadan çıkma öğretisini, belki bilerek, belki de farkında olmadan bizde çocuklarımıza yansıtıyoruz.
       Unutmamalıyız ki, yaşam bir kere, kendin olmak bir kere!
       Ve kendi olabilmek herkesin en doğal hakkı...

19 Mayıs 2013 Pazar

Translate